SalihToy

  
  
  

Makro-Forum

Yeni sayfanın başlığı

 
Birinci Dünya Savaşı Türkiye ile Batılı devletler arasındaki büyük kanlı hesaplaşmanın da yaşandığı bir süreci ifade eder. Batılı büyük devletler ve bu arada başıçeken Rusya çarlığı aralarında Türkiye’nin taksimi hususunda kesin bir antlaşmaya varmışlardı. Zaten Birinci Dünya Savaşı da geniç çapta Türkiye’nin taksimi projesinden kaynaklanmaktadır. Bu savaş sırasında İngiltere dünya petrol rezervlerinin merkezi durumundaki Ortadoğu’da kendine bağlı merkezler peşinde idi. Bütün mesele Osmanlı topraklarının taksiminden petrol bölgelerini kendine ayırmak merkezinde toplanıyordu. Bunun için de en güvenilir ajanlarını daha savaş başlamadan yıllarca önce bölgenin çeşitli merkezlerine yerleştirmişti. Türkiye’nin savaşan iki dünya arasında tarafsız kalması için hemen bütün ülkeler gayret sarfediyorlardı. Nasılsa savaş sonunda galip taraf Türkiye’yi de yutabilecek duruma gelecekti. Ancak Türkiye’yi yönetenler ittifak devletleri tarafında savaşa sokması bütün hesapları bozdu. Burada bir haftadır verdiğimiz Türk cihan devletinin kayıpları arasında Hicaz kıtasının nasıl kaybedildiğini de nakletmiştik. Aziz dostum Mehmet Şandır Beyefendi (ona selâm olsun) son karşılaşmamızda Fahrettin Paşa (Türkkan) ve şanlı Medine savunmasını da bütün boyutlarıyla vermemizi hatırlattı. Bu yazı, bu aziz dostumun isteği üzerine kaleme alınmıştır. 
Burada vereceğimiz olaylar tamamen Medine müdafaası sırasında Fahrettin Paşa’nın yanında bulunanlar, kurmay heyetindeki şahsiyetler ve olayları yaşayanların anılarından faydalanarak açıklığa kavuşturulmuştur. Medine savunması sırasında oradaki Hilâlı Ahmer (Kızılay) teşkilâtı içinde bulunan, daha sonraki yılların ünlü gazetecisi Feridun Kandemir, şunları anlatıyor: 
‘...Birçoklarının bir savaş çıkması halinde, halifenin açacağı cihadı mukaddes sancağı altına ilk koşacaklardan biri saydıkları Mekkei Mükerreme emîri Şerif Hüseyin Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda, arkadan vurmak istediği Osmanlı Devleti’ne, ilk isyan bayrağını kaldıran olmuştur. 
Atatürk’ün ‘adını tarihe altın kalemle yazmış bir muhibbim’ dediği Fahrettin Paşa’nın şaheser müdafaasını iyice anlatabilmek için bu isyanın nasıl başladığını kısaca yazmak lâzımdır. 

Harbe girdikten biraz sonra, Şam’daki dördüncü ordu Mısır’ı fethetmek üzere Kanal seferine hazırlanırken Mekke emîri Şerif Hüseyin de Osmanlı ordusuna yardım için oğulları Emîr Ali ile Emîr Faysal’ı Medine’ye göndermişti. Emîrler, topladıkları Arap gönüllülerini silâhlarımızla teçhiz ederek Kanal harekâtında saflarımıza katılacaklardı. 
Bu hazırlıklar tamamlandığı zaman, Medine’deki emîr kardeşler, bir akşam Medine’deki muhafız Basri Paşa ile muvakkaten oraya gönderilmiş olan Fahrettin Paşa’yı Peygamberimizin amcası Seyyidina Hamza’nın türbesi civarındaki karargâhlarına yemeğe davet ediyorlar. Paşalar ise, birlikte gitmeyi ihtiyatkârlığa uygun bir hareket saymıyorlar. Fahrettin Paşa bu davete yalnız icabet ediyor. Sonradan anlaşıldığına göre emirlerin bu ziyafeti, paşaları kıskıvrak yakalayıp, askerin başsız kalışından istifade ederek Medine’yi bir hamlede zaptedebilmek için tertip edilmiştir. 

Bu plân suya düşünce, ertesi sabah Emîr Ali, Mekke’deki babası Şerif Hüseyin’den aldığını söylediği bir telgrafa uyarak, derhal Mekke’ye hareket ediyor. Onu teşyi bahanesiyle yola çıkan Emîr Faysal da geri dönmüyor. 
Bunlar, Medine’den uzaklaşmaz, sağa sola ateş ederlerken, babaları Şerif de Mekke’de Türk askerlerini baskına uğratarak isyan bayrağını açıyor. 
Böylece bir Hicaz isyanı karşısında kalan Osmanlı hükümeti de, Fahrettin Paşa’yı yeniden ihdas ettiği ’Hicaz Kuvve Seferiyesi Kumandanlığı’na tâyin ederek Medine’de alıkoyuyor. 

Fahrettin Paşa 400 km kadar olan Medine ile Mekke arasındaki mesafenin büyük bir kısmında âsileri sürüp kaçırdıktan sonra, kuvvetinin kifayetsizliği yüzünden Mekke’yi kurtarmak için daha ileriye gidemeyerek Medine’ye dönmeye mecbur oluyor. 

O esnada tâyin olunan yeni Mekke Emîri Şerif Ali Haydar Paşa Medine’ye gelmiş bulunuyordu. 
Medine’yi Suriye’den ayıran bin küsur kilometrelik çölde başıboş dolaşıp yağmacılıkla geçinen bedevilerden başka kimse yoktu. Bunlar Şerif Hüseyin’in desiseleri ve İngilizlerin parasıyla yavaş yavaş harekete geçirilerek aleyhimize çevriliyorlar. Medine’yi Suriye’ye bağlayan tek hatlı çöl demiryolunu muhafaza etmek günden güne güçleşiyor ve bedeviler istasyonlarımızı, on yirmi misli fazla kuvvetle basarak zaptediyorlar. Meşhur İngiliz casusu Lâvrens, bu demiryolu boyunda gece gündüz mekik dokuyarak rayları yer yer dinamitletip parça parça ettiriyor. 
İstanbul ise, Fahrettin Paşa’nın asker, silâh ve para isteklerini tatmin edebilecek durumda olmadığını açıkça söylemekten çekinmemektedir. 

Medine, yavaş yavaş, çölün ortasında, her yerle irtibatı kesilmiş bir kale haline geleceğe benziyor. Bu sebeple, zaten iaşe durumu da kötüleşmiş olan şehrin tahliye edilmesi düşünülüyor. Evvelâ Mekkei Mükerreme emîri Şerif Haydar Paşa, oğulları ve ailesiyle birlikte hazin bir merasimle Medine’den ayrılıyor. Onları, şehirde kalmış 3-4 bin kişilik yerli halk takip ediyor. 
Fahrettin Paşa, elindeki kuvvetin azlığına ve bu kuvvetin bedeviler gibi o cehennem sıcağına ve susuzluğa alışık olmayışına rağmen hem bu çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam ediyor.
Fakat bir gün, Hicaz demiryolunun Medine’ye yakın olan Tebuk ile Medayin arasındaki Müdevvere istasyonu da oradaki mürettep kuvvet kumandanının yanlış bir hareketiyle düşmanın eline geçince, durum birden bire büsbütün fenalaşıyor ve böylece Medine kalesinin muhasarası başlıyor. 
Devamı yarın


Güven duygusu
Üçüncü Ahmet 1730’da Patrona Halil isyanı sonunda hal’edilmişti. Kendi eliyle getirip tahta çıkardığı Birinci Mahmud’a kederli ve titrek bir sesle: ’Oğlum, İkinci Mustafa ve ben, sırf etrafımızdakilere ve devlet ricaline teslimiyet gösterdiğimizden dolayı tahttan indirildik. Sen bizden ibret al. Kendini devlet ricalinin nüfuzuna kaptırma. Her şeyi onların sözü ile halletmeye çalışma. Kendin gör ve anla.’Diye nasihat etmişti. Bu nasihatlerin bir kısmını tutan Birinci Mahmut hayli işler başardı. 

“Eşek herif”
1798’de Paris elçimiz Esseyit Ali Efendi idi. Üçüncü Selim’e gönderdiği raporlarda Marsilya’daki askerî hazırlıklar hedefinin Doğu Akdeniz ve hele Osmanlı İmparatorluğu’na olmadığına dair teminat veriyordu. Ali Efendi’den bu raporlar gelirken Napolyon Mısır’ı işgal etmişti. Aradan bir hafta geçtiği halde Ali Efendi’den gelen raporlarda hâlâ Fransız hazırlığının Osmanlı İmparatorluğu’na olmadığı bildiriliyordu. Elçisinin inanılmaz gafletine fena halde kızan Üçüncü Selim, ondan gelen bir raporun kenarına: ‘Ne eşek herifmişsin.’ diye yazmıştır. 


Kuzey Afrika topraklarımızdaki son kayıplar (2)
9 Mayıs 1881’de Fransız Cumhurreisi yabancı devlet sefirlerine garip ve enteresan bir mesaj göndererek dedi ki: ’Tunus sınırındaki olaylar bütün gayretimize rağmen yıllardan beri devam edip gidiyor. O kadar sabrettik ki, bu sabrımıza dünya bile hayrette kaldı! Bu meselede Tunus Beyini mesul tutmamızın sebebi, Tunus’u bağımsız bir krallık gibi telakki etmemizdir. Tunus’un Türkiye’ye tabiiyeti yalnız isim üzerindedir. Türkler bu bağlılığı yüzyıllardan beri ihmal etmişlerdir. Bugün Tunus’un Türkiye ile bağlılığı ancak din birliği iledir. Türkiye bu eyaleti bir daha geri dönmemek üzere kendisinden ayrılmış olduğunu ister istemez kabul etmiştir. Türkiye muharip olmadığı halde Tunus da dahil Cezayir ve Trablus yirmi defa savaşa girmişlerdir. Cezayir’i aldıktan sonra biz Tunus’la doğrudan doğruya temasta bulunduk. 1864’te Fransa’yı ziyaret eden Tunus Beyi Ahmet Paşa’yı bir kral gibi karşıladık. Bu zatın böyle parlak karşılanmasından, Türkiye gocundu mu? Asla... Avrupa’da gocunmadı. 

Bu kadar çeşitli ve kesin misaller karşısında, Tunus’un Türkiye ile olan herhangi bir bağlılığını Fransa’nın daima reddettiği gibi bugün de reddetmesine Osmanlı hükümeti hayret etmemelidir. Her ne kadar padişah, 1871 fermanı ile Tunus’un Osmanlı Devleti’ne tabiiyetini belirterek Tunus Beyi Mehmet Sadık Paşa’ya veraset yolu suretiyle beylik verilmişse de Türkiye bunu Fransa’nın 1871 mağlûbiyetinden istifade ederek yapmıştır. Esasen biz bunu veto ederek tanımamıştık. Tunus Beyi Mehmet Sadık Paşa, Fransa’dan hiç korkmamalıdır. Kendisinden pek çok şikayetçi olmamıza rağmen Fransız hükümetinin onun ne şahsına, ne saltanatına ne de arazisine tecavüze niyeti yoktur. Türkiye ile olan samimi dostluk ve güzel (!) münasebetimize göre, Tunus durumunu daha başka görmek isterdik. Fakat açıkladığımız örnekten anlaşılacağı gibi, bizce gerçek itiraz kabul etmeyecek durumdadır. Gerek Türkiye’ye gerekse Tunus’a karşı iyi niyetler taşıyoruz. Tunus Beyinden istediğimiz, yalnız bize düşman olmamasıdır. Eğer bey, kendi gerçek çıkarlarını düşünürse, bizim ondan edeceğimiz istifadeden fazla, o bizden faydalanacaktır. Biz Tunus’a uygarlığın iyiliklerini getiriyoruz. Yalnız Fransa değil bütün medeni milletler, Tunus’un uygarlığa kavuşturulmasından istifade edeceklerdir.’ Tunus’a karşı duyduğu arzu ve iştihayı böyle garip bir temele oturtan Fransa, 12 Mayıs 1881’de Tunus’a yürüdü. Tunus Beyi, bu saldırıyı Fransız konsolosluğuna verdiği bir nota ile protesto etti ve İstanbul’a da durumu bildirerek yardım istedi. Sultan Hamid, ancak yabancı devletlerin aracılık ve müdahalelerine güvenerek fiilen harekete geçmedi. Aslında İngiltere, Fransa’nın Tunus’u işgal etmesine ses çıkarmayacağını daha evvelden Fransa’ya vaadetmiş olduğundan ne İngiltere ne de öbür Avrupa devletleri bu işe karışmadılar. Böylece hürriyet ve istiklâlini Fransa’nın eline kaptıran Tunus, uzun yıllar süren mücadeleler sonunda büyük liderleri Habib Burgiba’nın uzun süren çalışmaları sonucunda istiklâle kavuştu. Tunus Cumhuriyeti Devleti de kurulmuş oldu. 
Fahreddin Paşa ve Medine Müdaafası(2)
Artık Medine'nin her tarafla muvasalası kesilmiştir. Kimseden en küçük bir yardım beklemek imkânı yoktur. Şehirde kalmış olan fakir halk ve hattâ asker arasında açlık, hastalık hüküm sürüyor. Karargâh sofrasında bile günlerce sade suya pişmiş ıspanakla bulgur pilavından başka bir şey gören yoktur. Buğday azaldığı için ekmek istihkakı günde 75 grama inmiştir. Bu kapkara ve küçük yumruk kadar ekmeğin akşam yemeğine saklanan yarısı, emniyette tutulmak için bir muska gibi hep cepte taşınıyor. 
O zaman İspanyol nezlesi diye çıkan müthiş grip salgını günde 100-150 kişiyi öldürüyor. Sebze yiyemeyen asker arasında dişleri döken, çeneleri koparan iskorbüt hastalığı da müthiş tahribat yapıyor. Fakat Fahrettin Paşa müdafaadan başka bir şey düşünmüyor. Bu husustaki azim ve kararı o kadar katî ki, bu mevzuda en küçük bir imaya bile tahammülü yoktur. Hattâ muhasaradan evvel, böyle bir âkıbeti kabul etmektense, kaleyi tahliye etmeyi teklif eden İstanbul'a "Medine kalesinden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem. Eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderiniz" cevabını verdiğini bilmeyen yok. Fakat, Medine'yi tahliye etmek gibi çok ağır bir vazifeyi, aralarında bu teklife muhatap olan Mustafa Kemal Paşa da dahil olmak üzere, hiçbir kumandan kabul etmemiştir. 

Fahrettin Paşa, bu vaziyet karşısında: "Takdiri İlâhi, rızayi Peygamberî, ve iradei padişahi şereftaallûk edinceye kadar Medine müdafaası devam edecektir" diyor ve burada, bu çöl ortasında bir ikinci Pilevne yaratmak istiyor. 
Asker kırılmış ve kala kala, o da bir kısmı zayıf, hasta, bitkin olmak üzere on bir bin kişi kalmıştı. Para yoktu, cephane azdı. Yiyecek tükenmek üzere idi. İlâç bitmişti. 
Kanal seferi çoktan felâketle neticelenmiş, Filistin bile elden gitmiş, en yakın Osmanlı kuvvetleri, Medine'den bin üç yüz kilometre uzakta kalmıştı. Ama Fahrettin Paşa, karşısındaki Lâvrensien de dediği gibi "her zaman faaliyette Türk kaplanı" idi.
Fahrettin Paşa Kuran üzerine ahtediyordu ki; İngilizlerle Araplara teslim olmaktansa, Hazreti Peygamberin merkadini havaya uçarak kendisini ve bütün askerini mahvedecektir.
İşte bu esnada Osmanlı hükümeti mağlûbolmuş ve yaptığı mütareke ile, Medine'nin de mukadderatını tâyin etmek zorunda kalmıştı.

Medine'dekiler, her tarafta irtibat ve muhabere kesilmiş olduğu için, mütarekeden haberdar değillerdi. Yalnız Fahrettin Paşa, yanına kimseyi yaklaştırmadığı biricik telsizi vasıtasıyla dünyada olup bitenleri günü gününe haber alabiliyordu.
Kızıldeniz'de Yenbu önünde demirleyen bir İngiliz torpitosu İstanbul hükümetinin tebliğ ettiği mütareke şartlarını ve bu arada, Medine'ye müteallik maddeyi telsizle tekrar edip durduğu halde Fahrettin Paşa'dan bir cevap çıkmıyordu. 
Babıâli bunun üzerine, İstanbul'dan yola çıkardığı bir yüzbaşı ile 'Mondros Mütarekesinin bir maddesine göre, Medine'nin tahliye edilmesi lâzım geldiğini bildiren' emri Fahrettin Paşa'ya gönderildi. Fahrettin Paşa'ya gönderildi. Fahrettin Paşa bu zabiti bir odaya kapayarak, ihtilâttan men ile İstanbul'u gene cevapsız bıraktı. 

Bir yandan İngilizler, bir taraftan Medine'yi muhasara etmiş Emîr Ali ve Faysal kumandasındaki Arap kuvvetleri, öteden de İstanbul hükümeti Medine'nin bir an evvel teslim olmasını istedikleri halde, Fahrettin Paşa bu istek ve emirleri duymuyor gibiydi. Nihayet mütareke ve İstanbul'un teslim emri haberlerinin etrafa sızması üzerine, binbaşıdan yukarı ümerâyı toplayarak: 'Harbiye Nezaretinden şöyle bir emir geldi ama, imzasını hiç tanımıyorum, itimat edemedim. Bu sebeple de İstanbul'a red cevabı verdim.' diyor.
Bu vaziyet karşısında sabırsızlanan Medine etrafındaki Arap kuvvetleri tazyiklerini arttırıyorlar. Ancak, Fahrettin Paşa, kılını bile kıpırdatmıyor. 

İşte bu sırada, paşanın kurmaybaşkanı Emin Bey, kendisinin de İstanbul'dan teslim emri almış olduğunu ileri sürerek, cephedeki bir taburla düşman karargâhına teslim oluyor. Tümen komutanlarından Albay Necip Bey'le arkadaşları da paşayı ziyaretle, artık mukavemet etmenin hiçbir faydası kalmadığını belirterek, çok ağır da olsa teslim olmaktan başka bir çare kalmadığını anlatıyorlar. Ertesi günü yine Emin Bey'in emrini almış olan diğer bir tabur cepheyi bırakarak düşmana gidiyor. 

Peygamber veda ziyareti
Fahrettin Paşa beyninden vurulmuşa dönmüştür. Fakat artık mukadderata boyun eğmekten başka elden bir şey gelmez. İster istemez, mütarekename şartını yerine getirip Medine'nin teslimini kabul edecektir. 
Bu işi görüşmek üzere düşman karargâhına gönderdiği heyet, teslim şartlarını tespit ederek Medine'ye dönüyor. Bu şartların başında şu madde var: 'Hicaz Kuvvei Seferiyesi Kumandanı Fahrettin Paşa Hazretleri 24 saat zarfında Haşimî kuvvetleri karargâhının misafiri hassı olacaktır.' 

Fahrettin Paşa, bu satırları okurken, bir çocuk gibi içini çekmekten kendini alamıyor. Yaşarmış gözlerle masasının başına geçip, asker arkadaşlarına hitaben bir veda tebliği yazarak, yerine de teslim işlerini bitirmek üzere vekil olarak Miralay Necip Bey'i tâyin ettikten sonra, karargâh kapısında bekleyen otomobiline binerken, uğurlamak üzerine yanına gelmiş olanlara:

-Hazreti Peygambere veda edeceğim, diyerek, şoföre: 

-Ravzai mutahharaya! emrini veriyor. 
Paşa zaten her Cuma namazını orada, Peygamberin merkadi önünde kılardı. Yine oraya vardı. Namaza durmadan, merkadin parmaklığı önünde durdu. Ellerini açarak dua etti. Fakat, dönüp sokağa, kapıda kendisini bekleyen otomobile gideceği yerde, biraz ötedeki medrese binasına girdi: 

-Burada kalacağım. Bir yere gidemem. diyordu. 
Evvelce göndermiş olduğu yatağını yaverine serdirerek içine girdi. 

Düşman karargâhı, teslim şartnamesinin tatbiki için paşanın gelmesini bekliyordu. Kumandan vekili olan Necip Bey'le arkadaşları ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Paşanın hasta olduğuna dair bir rapor tanzim ettirip, teslim şartnamesinin ilk maddesinin tatbikini şimdilik tehir ettirmeyi düşündüler. Kendisine gönderilen doktorlar şu cevabı aldılar: 

-Yalnız raporunuzu... Tamüssıhha ve tamülakılım... 
Düşmanlar, Fahrettin Paşa teslim olmadıkça teslim şartlarını tatbik etmeyeceklerini tekrar etmekten başka bir şey demiyorlardı. O gece öyle geçti. 
Sabahleyin, kumandan vekili Necip Bey, bütün kaymakam ve miralay arkadaşlarını toplayarak hep birlikte paşayı ziyarete gitmişlerdi. 

Paşa, onları, giyinmiş olduğu halde, ayakta kabul etti. Necip Bey, ordu erkânı namına, durumun vahametini anlatarak, teslim olmaya ikna etmek için dil döküyordu. 
Fahrettin Paşa, teslim olamayacağını, Revzai mutahharaya asla teslim edemeyeceğini hüzün dolu bir sesle tekrar ederken, birden bire etrafındakilerin üstüne atılarak, kendisini kıskıvrak yakaladıklarını gördü. 
Artık her şey bitmişti. Gözlerinden yaşlar damlayarak ve hıçkırıktan başka hiçbir ses vermeyerek, ağır ağır kapıya doğru ilerledi, otomobile bindi. 

Düşman karargâhına vardıkları zaman hava kararıyordu. Kendisi için hazırlanmış olan çadıra giren Fahrettin Paşa, o geceyi, yapyalnız ve bir lâhza gözlerini kırpmadan, tarif edilmez bir acı içinde geçirdi. 
Toplam 2032 ziyaretçi Video İzledi.

Sosyal Ağlarda Ben :)

Facebook Twitter Google Youtube Rss

Sponsorlar

Reklam Reklam
Reklam Reklam

Son Yorumlar

Dostlarım

Reklam Reklam Reklam Reklam Reklam
Reklam Reklam Reklam Reklam Reklam